15 Ağustos 2017 Salı

ÇOCUK TİYATROSU ELEŞTİRİSİ (Pof'la Paf)

OYUNUN ADI: POF’LA PAF
YAZAN: ERGUN SAV
YÖNETEN: DOĞACAN TAŞPINAR

Ergun Sav, Pof’la Paf adlı tiyatro metninde iyilik ve kötülük kavramları üzerinde durur. İnsanlar genel olarak iyidirler fakat onları kötü birine dönüştüren kişiler vardır. Herkes birbirine iyilik yapmalıdır çünkü kendisine iyilik yapılan insan bunu asla unutmaz. Kötü insanlar da yaptıkları kötülüklerin farkına varırlar ve bundan bir ders çıkarırlar, kötülük etmekten vazgeçerler. Yaşlı Peri dünyaya inemeyecek kadar yaşlanmıştır bu yüzden yerine genç perilerin geçmesi için Tanrıça ile konuşur. Tanrıça bunu kabul eder. Pof ve Paf dünyaya inip iyilere yardım etmeli, kötülere de iyi olmanın yolunu göstermelidirler. Yönetmen metne müzikal kısımlar eklemiş, Yaşlı Peri’yi oynayan Faruk Üstün şarkı sözlerini yazmıştır. Bu sayede zaten hareketli olan oyun, çocukların dikkatini görsel ve işitsel yönden de tamamen sahnede toplamıştır.  Hedef yaş grubumuzun özellikleri ise +4 yaş olarak belirlenmiştir. İzlediğimiz müzikal tiyatro hedef yaş grubunun özellikleriyle özdeşleşmektedir. Hedef kitle bilgisi yaş olarak afişte belirtilmiştir, üst sınır yoktur. İzlediğimiz oyundan çocuklar kadar biz de keyif aldık, çocuklarla birlikte güldük, eğlendik. Bu da oyunun ne kadar iyi bir oyun olduğunu göstermektedir. Çocuklar iyi ve kötü ayrımını sahne dışından çok iyi gördükleri için sahneye her an müdahale durumundaydılar. Pof’la Paf’ın kötü birini iyi sandıklarında hemen onları uyarmaya çalıştılar. Kimileri ‘’Hayır, o kötü biri.’’ diye  oyunculara seslenmeye başladılar. Çocuklar bu dönemde benmerkezci oldukları için kendilerinin gördüklerini başkalarının da gördüğünü düşünürler. Bu yüzden tepki göstermeleri normal karşılanmalıdır. Oyun örgüsünde geri gidişler bağlantılar onlar için çok şey ifade etmez. Oyunun küçük bir kısmında önce ileri daha sonra geriye sarma durumu oldu. Bunu çok da doğru bulmadım fakat Yaşlı Peri’nin olaya müdahale ederek geriye gittiklerini çocuklara açıkça belirtmesinin faydalı olduğunu düşünüyorum. Oyunda sözler kadar hareketler de vardı. Bazen biraz sıkıcı uzun diyaloglar gerçekleşti ama oyuncular buna hareket katarak sahnedeki dikkati korumayı başardılar. Çocukların dikkat toplama süreleri çok kısadır, bu yüzden oyunlar en fazla 20-25 dakikayı aşmamalıdır. Pof’la Paf oyunu 2 perde, arayla birlikte 80 dakika sürdü. Bu yönden olumlu bulmadım. Hele ki son zamanlara doğru bilim adamı rolündeki kişiler ve Pof’la Paf arasındaki diyaloglar kısmı olmasa da olurmuş dediğimiz cinsten bir sahneydi. Oyunu gereksiz yere uzatmıştı. Bir de diğer olaylardaki kişiler hep çocuk rolündeki oyunculardan oluşuyordu, bunun çocuğun dünyasına, sorunlarına, arkadaşlık ilişkilerine hitap etmesi açısından çok doğru buldum. Bu yüzden kötü bilim adamlarının Pof’la Paf’ı zorla uzaya göndermeye çalışmasının diğer olaylara göre alakasız kaçtığını düşünüyorum. Bu olaya girmeden de çok güzel bir şekilde sonuca bağlanabilirdi. Çünkü verilen mesajlar netti ve bence çocuklar da bunu almıştı. Kullanılan dil oldukça açık ve basitti. Küfürlere, kötü sözlere yer verilmemişti. Gerek müzikler, gerekse oyuncuların kıyafetleri görsel açıdan çok zengin, ilgi çekiciydi. Sürecin sergilenmesinde neden-sonuç ilişkileri kendi mantığı içinde tutarlı bir oyundu. İstem dışı hareketler, komik sözler çocukları çok güldürdü.4-5 yaşlarındaki çocuklar anlamsız sözler üretmeyi severler bu açıdan Pof cümlesine başlamadan önce hep ‘Pof’; Paf ise her cümlesinden sonra ‘Paf’ diyordu. Bu da ayrıca bir ilgi çekiciydi. Tabi başlarda bunu anlaması biraz zordu. Merak öğeleri iyi kullanılmıştı. ‘Acaba şimdi ne olacak, ne yapacaklar?’ diye düşündürtmeyi unutmamışlardı. Oyunculuklara hayran kaldık, ben özellikle İlkin Tüfekçi’yi çok beğendim.  Görsellik çok iyiydi. Dekorlar çok iyi hazırlanmıştı. Kostümler aynı afişteki gibiydi. Işık, efekt güzel ayarlanmıştı. Sahnenin sol arka köşesinde orkestra vardı, neredeyse tüm oyun boyunca arkada şarkı çaldılar. Oyuncular çocukları ara sıra sorularla oyuna kattılar. Saklambaç oyununda oyuncuların nereye saklandıklarını çocuklara sordular. Bazen sahneden inip çocukların yanlarında dolaştılar. Kimi oyuncular oyuncu koltuklarının arasından sahneye giriş yaptılar. Hatta biz ‘’Yaşlı teyzenin burada ne işi var acaba birini mi arıyor?’’ derken onun Yaşlı Peri çıkması çok hoştu, arkadaşımla birbirimize çok güldük. Çocukları da böylelikle oyuna katmış oldular. Bu oyunun türünün fantastik çocuk tiyatrosu olduğunu düşünüyorum. Süresi dışında olumsuz eleştiri yapabileceğim kısımlar pek olmadı. Çocuklarla beraber olmak ve çocuklaşmak çok güzeldi, keyif aldığımız bir müzikal tiyatro seyrettik. Emeklerine sağlık!

RİCHARD BACH-MARTI KİTABININ KONUSUNU EĞİTİM ÜZERİNDEN DEĞERLENDİRME

Martı Jonathan Livingston’un en büyük tutkusu özgürce uçmaktır. Annesi, babası ve içinde yaşadığı sürü ona herkes gibi balıkçı teknelerinin peşinde uçarak karnını doyurması  ve bu uçma  tutkusundan vazgeçmesi gerektiğini söyler. Kuş sürüsü her gün balıkçı teknelerinin arkasından uçar ve balık kafası ve ekmek yiyebilmek için birbiriyle yarışır, kavga ederler. Rutin bir hayatları vardır. Tek amaçları karınlarını doyurmaktır. Martı Jonathan sürüye uymayı denese de bu işi yürütemez.  Onlara katılmayı reddeder, özgürce ve hızlı uçabilmek için defalarca denemeler yapar. Her seferince başarısız olur. Her seferinde başarısız olmasına rağmen tekrar dener, vazgeçmez. Bir gün yine hızlı uçabilme denemesi yaparken bir şeyler yanlış gider ve denize çakılır. Umudunu kaybetmiştir. ‘’Uçmak benim neyime, herkes gibi ben de balıkçı teknelerinin arkasından uçmalı ve balık kafası yiyebilmek için onlarla yarışmalıyım.’’ Der. Bu düşüncelerle kıyıya doğru uçarken ‘’Martılar geceleri uçmaz.’’ ‘’Sen bir martısın, bırak alçaktan uçmayı pelikanlar, albatroslar yapsın.’’ Gibi annesinin ve babasının sözleri kafasında yankılanır. Kendi doğasıyla sınırlanmış olduğunu, sürüye uyması gereken zavallı bir martı olduğunu düşünür. Sıradan bir martı olmaya ant içer. Sonra garip bir ses duyar. Ve aptallık ettiğini düşünüp hızlı uçmanın yolunu bulur. Dönmenin nasıl yapılacağını bilmediği için Kahvaltı Sürüsü’nün içine dalar. O müthiş bir hız yaptığını herkesin onu öveceğini düşünürken bu olay, sürüden atılmasının sebebi olur. Derdi yalnızlık değildir. Diğer martıların uçmanın özgürlüğünü reddetmiş olmalarıdır. ‘’Onlar gözünü açıp bakmaktan kaçınmışlardı.’’ Der. Artık yalnız başına uçmaya başlar, sürekli denemeler yapar.  İç denetimi yoluyla sis tabakalarını yarıp, gökyüzüne ulaşır. Bir gün iki parlak kanatlı martı gelip onu Cennet’e götürürler. Burası onun için müthiş bir yerdir. Çünkü burada herkes özgür ve öğrenmeye açıktır. Sullivan en yakın arkadaşıdır onunla birlikte ters takla ve dış taklayı öğrenir. Yaşlı bilge Chiang ile tanışır. O bütün martılardan daha hızlı uçmaktadır. Chiang’a ‘’Burası cennet diye bir yer yok mu?’’ der. Chiang ise Jonathan’a ‘’ Hayır Jonathan, öyle bir yer yok. Cennet ne bir zamandır ne de bir mekan. Cennet yetkinliğin, öğrenmenin, mükemmelliğin ta kendisidir.’’ Der. Jonathan artık Chiang’ın öğrencisidir. ‘’İşin sırrı inanmaktır, uçuşu  anlamaktır.’’ Der Chiang. Jonathan müthiş biz hızla uçmayı öğrenir. Diğer martılardan çok farklıdır çünkü o öğrenmekten korkmaz, bundan keyif alır. Chiang bir gün veda eder ve ortadan kaybolur. Jonathan’a ‘’Sevgi üzerinde çalışmayı sürdür.’’ Der. Jonathan iyilik derslerinde derinleşir, sevginin doğasını anlar. Eski sürüsüne dönmeyi orada mutlaka dışlanmış birinin olduğunu, ona yardım etmesi gerektiğini düşünür. Fakat Sullivan ona engel olur. Cennette yeni kuşlara uçmayı öğretir. En sonunda dayanamaz ve Sullivan ile vedalaşarak yeryüzüne geri döner. Fletcher ile karşılaşır. O da sürüden dışlanmış bir martıdır. Ona uçmayı öğretir. Üçüncü ayın sonunda altı öğrencisi olur. Onları eğittikten sonra sürüye dönmeye karar verir Jonathan. Müthiş bir gösteriyle sürünün arasına inerler. Başkan onlarla konuşanın da dışlanacağını söyler. Hatta onlara bakmak bile yeterlidir dışlanmak için. Derken bir sürü martı dışlanır ve Jonathan’a katılır. Bir gün martı Fletcher akrobasi uçuşunu yaparken önüne çıkan yavruya çarpmamak için yönünü değiştirir ve kayaya çarpar. Jonathan Fletcher ile konuşur ve Fletcher gözlerini açar. Etraftakiler Jonathan’nın şeytan olduğunu düşünür. Martılar saldırmaya hazırlanırken anında oradan uzaklaşırlar. Fletcher , Jonathan’ın kendisini linç etmek isteyen martıları nasıl bu kadar sevdiğini sorar. O da içlerindeki kin ve kötülük yerine iyi yanı görebildiğini söyler. Böylelikle sevginin tadına baktıkça bu işten vazgeçemediğini söyler. Fletcher’e gerçek sınırsız Martı Fletcher’a her gün daha fazla yaklaşmasını, asıl eğitmenin kendisi olduğunu söyler ve uçmaya başlar. Fletcher’e ‘’Benden bir tanrı yaratmalarına izin verme, sadece bir martıyım ve uçmayı çok seviyorum der, gözden kaybolur. Olaylar Fleitcher ve öğrencileri arasında devam eder. Burada bu hikayeyi eğitim açısından değerlendirecek olursak, bu sistemi geleneksel ve modern eğitim sistemiyle bağdaştırdım. Bir film vardı, çok kısa bir sahnesini anlatıyım. Adam mahkemeye çeşitli resimler getirmişti. İlki çok eski bir telefon, sonraki akıllı bir telefon resmi. Arabalar, kıyafetler örneği vardı bir sürü. Eskisi ve yenisi. Fakat eğitim örneğini gösterdiğinde öğrenciler sırada oturmuş parmak kaldırıyorlar, öğretmen ise tahtada. Diğer resimde de aynı. Sadece birinci resim siyah beyaz, ikinci resim renkli. Bu fotoğrafı çeken fotoğraf makinesi bile geliştirilmişti. Fakat eğitim sistemi yıllardır yerinde sayıyordu. İşte böyle. Eğitim sistemimiz kağıt üzerinde değiştiği halde bazı gelenekçi öğretmenlerimiz-hatta çoğu- sistemini değiştirmemiş ve kendi, tek ve biricik düşüncesi etrafında herkesi düşüncesine göre yetiştirmeye çalışıyordu. Hikayeyi düşündüğümde Jonathan’ı hayal kurmayı ve bunları gerçekleştirmeyi seven bir öğrenci olarak düşündüm. Maalesef böyle insanları toplum olarak da eğitim sistemi olarak da dışlamakta, baskılamakta ve  ‘’Sürüden ayrılanı kurt kapar.’’ Düşüncesiyle yok etmekteyiz. Oysa ki hepimiz küçükken astronot olmayı isterdik. Neden olamadık sizce? ‘’İmkansız!’’ demediler mi her birimize? ‘’Öğretmen, doktor, mühendis ol.’’ Dediler, kimse ‘’Astronot ol.’’ Demedi maalesef. Şartları ve sınırlarını zorlayan, başarmak için didinen ve vazgeçmeyen insanlar istediklerine ulaştılar. Bizse genel olarak hayallerimizde ‘’sınıfta kaldık.’’ Sistemimizdeki en dayanılmaz şey ise öğrencilere öğrenmenin ne kadar kutsal bir şey olduğunu anlatamamamızdır. PİSA sonuçlarında neden bu kadar geriledik? Kendi dilini anlamaz olduk. Bir öğretmenimin dediği gibi "Arapça okuyabilmek ile İngilizce konuşabilmek seçeneklerine indirgenmiş bir eğitim sisteminde Türkçe düşünebilmeyi, hayal edebilmeyi var etmeye çalışıyoruz." Öğrenciler öğrenmeyi, yeni bilgiler keşfetmeyi bir külfet olarak görüyorlar. Çünkü ‘’Dünyayı sen mi kurtaracaksın?!’’ mantığıyla yaklaşıyoruz her birine. Sistem de bunu dayatıyor. İnsan durduğu yerde başarılı olamaz. Başarılı olmak için bir hedefi olmalı, ona inanmalı, o hedefe ulaşmak için yılmadan çalışmalıdır. Öğrencilerimize dil bilgisi, ısı ve sıcaklık kurallarından önce insan olmayı, ikinci olarak da öğrenmenin, yeni şeyler keşfetmenin ve başarıya ulaşmanın ne kadar haz verici bir duygu olduğunu anlatmamız gerekiyor. Zaten bunu anlatmayı başarabilirsek, her şey kendiliğinden gelir ve başarıyı yakalamışız demektir.
Aslında sınırlarımız yok, istediğimiz her şeyi odaklanarak çaba sarf ettiğimizde elde edebiliriz. Yeter ki başkalarının olumsuz ifadelerine kulak asmayalım, sınırlarımızın dışına çıkmaktan korkmayalım. Duygu ve düşüncelerini çekinmeden ifade edebilen, hayalleri ve hedefleri olan öğrenciler yetiştirelim. Onlara rehberlik edelim, yol gösterelim. Her zaman öğrenmeye açık olalım, 70 yaşında bile. Özgürlüğümüze ve hayallerimize ulaşalım ve dolayısıyla mutlu olalım. ''Bir dalış tüpü veya bir paraşüt icat etmemize gerek yok. Zaten bizim için yapmışlar. Bizim yapmamız gereken tek şey bir hafta sonu dalıp, deniz altını keşfetmek, bir hafta sonu paraşütle atlayıp, martı Jonathan'ın neler hissettiğini düşünmek.''

Dediği gibi Küçük Prens’in dediği gibi ‘’Gözler asıl görmesi gerekeni göremez.’’, yüreğimizle arayalım. Ve Chiang’ın dediği gibi ‘’Görünenlerin hepsi sınırlıdır. Anlayarak bakmaya, bildiklerinin ötesine geçmeye çalış. O zaman uçmanın anlamını daha iyi öğreneceksin.’’

12 Haziran 2015 Cuma

OĞUZ ATAY - TUTUNAMAYANLAR İNCELEMESİ

Tutunamayanlar, alışılmışın dışında bir romandır. Belirli bir olayı sergilemekten çok; izlenimler, çağrışımlar, taşlamalar, ayrıntılar ve ruhsal çözümlemelerle oluşur. Kitapta iç içe geçen ve birbirini tamamlayan iki hikaye vardır. Birincisi Turgut Özben’in, ikincisi ise Selim Işık’ın hikayesidir. 

‘’Zaman dizimsel açıdan düzenli bir sıra izler. Bu durum, Turgut’un öyküsünde de aynıdır. Selim’in öyküsü ise geri kırılmalarla ve sırasız biçimde verilir. Turgut’un hikâyesi başladığı noktadan devam ederken, ikinci öykü olan Selim’in öyküsü geri dönüşlerle tamamlanıyor.’’ (Moran)

Roman birinci bölüme geçmeden önce sonun başlangıcı ile başlar. Gazete yazarı yurt dışından dönüp masasının çekmecelerini  karıştırırken bulduğu büyük bir pakete rastlar. Paketten bir mektup ve büyük bir kısmı elle yazılmış sayfalar çıkar. Mektup Turgut tarafından gazete yazarına gönderilmiştir. İkisi daha önce bir tren yolculuğunda tanışmışlardır. Turgut mektupta kendisinin kaybolmuş bir insan olduğunu belirtmiş ve dünyaya gazeteci aracılığıyla bu kitabın yazılmasında birçok insanın payı olan bir eser gönderdiğini yazmıştır. Gazeteler de Turgut Özben adlı genç bir mühendisin kaybolduğunu yazmaktadır. Gazeteci bu olayı araştırır ve üç yıl önce gerçekten böyle bir kaybolma olayının meydana geldiğini öğrenir. Turgut Özben mektubunda gazetecinin bu eseri yayımlamayı düşünürse kimlerle görüşeceğini ve onlardan onay aldıktan sonra harekete geçmesini istediğini yazmaktadır. Gazeteci ilgili isimlere ulaşır ve onların onayını aldıktan sonra belli isimlerde değişiklik yaparak kitabı yayımlar. Ve hikayeler de bundan sonra başlar.

‘’Tutunamayanlar’ın birinci bölümünde üst anlatıcının “Olay XX. yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evinde başlamıştı.” ifadesiyle Turgut’un hikâyesi başlar.Romanın  değişik  kısımlarında  anlatıcı el  değiştirir. Kimi Turgut, kimi Günseli, kimi Esat, kimi Metin, kimi Süleyman Kargı tarafından anlatılır. Birinci alt anlatıda, anlatıcı Turgut Özben’in iç diyalog ve iç monologlarıyla karışmış şekildedir. Bu durum, roman boyunca devam edip gider. Hatta ileriki sayfalarda bazı iç diyaloglara hayali bir şahıs olan Olric ismi ile verilerek anlatıcı farklı bir boyut daha kazanır. Anlatıcıların farklılık göstermesi bir bakıma roman tekniği açısından başlangıçta bir zafiyet gibi görünse de yazar bu durumu lehine çevirerek okuru daha uyanık kılmış ve onu romanın içine katmayı  başarmıştır. ‘’ (Moran)

‘’Romanın kurgusu “oyun” kavramı üzerinde şekillendirilir. Kahramanlar hayatı bir oyun olarak algılarlar. Tüm hareketlerinin nedeni oyundur ve verilen tablolar genel olarak oyun vurgusuyla bitirilir. Kahramanlar oyun oynarlarken tanışırlar. Turgut’un Selimle arkadaşlıkları da Selim’in  oynadığı “Vakit geçirme Oyunu’’ yla olmuştur. İfadelerde bile hayatı oyun olarak algılayan, alaycı bir ton vardır. ‘’ (Moran)

Turgut Özben, yakın arkadaşı Selim Işık’ın kendini bir tabancayla vurduğunu gazeteden öğrenir ve çok sarsılır. İntiharın sebeplerini merak eder. Başlarda bu olayın kendisinin meselesi olmadığını düşünse de bir süre sonra olay daha çok içine kazınır ve içten içe sorgulamalara başlar. Rüyasında kendisinin ve Selim’in ölümünü görür. Karısı Nermin ile birlikte gittiği direksiyon kursu, Batı özentisi arkadaş yemekleri derken daha da bunalır. Selim’i düşünür, içten içe onunla konuşur.  Selim’in neden intihar ettiğini sorar kendi kendine, Selim’le tartışma zabıtları tutar. Rüyasında Abdülhamit Rüyası adını verdiği bir kabus görür. İçindeki huzursuzluğu Nermin’e anlatamaz. Selim’in annesine baş sağlığına gider. Orada Selim’in arkadaşı Burhan’la tanışır. Selim’in annesi Burhan’dan ‘’Selimciğimin çok yakın arkadaşıydı Burhan.’’ diye bahseder onları tanıştırırken. Turgut kıskanır. Kendince adama laf sokma yarışına girer. Sonrasında Selim’i düşünüp mahzunlaşır.
‘’ ‘’Ne söyleyeceğimi bilemiyorum,’’ diyordu Burhan. Ben de bilemiyorum. Birden mahzunlaştı. Bana anlatabilirdin Selim. Böyle bir durumda kim dinlemezdi ki seni? Ne yaptın son aylarda? Anlamasam da dinlerdim seni. Bir ‘’hukukumuz’’ vardı hiç olmazsa. Ölümcül düşüncelerini hafifletirdi bir insanın varlığı belki. Belki de anlatmaya çalıştın birilerine. Kim bilir? Anlatamadın; belki o insanın yüzüne bakar bakmaz anlatmanın yararsızlığını gördün. Bu düşüncelerle çevresini, Burhan’ı, ona duyduğu sebepsiz öfkeyi unuttu; kendini bıraktı bir süre. Gözü, koltuğun üzerindeki dantele takıldı; hissetmeden ona baktı ve düşündü. Nasıl bu duruma geldik Selim? Bir arada olmanın kaçınılmazlığından başka bir neden yok muydu bizi yaklaştıran? Aramızdaki boşluğu nasıl doldurmalıyım? Sen olmadan seni nasıl öğrenmeliyim? Belki de bu kısa huzursuzluğu duyduğum için, dantelin kıvrımlarından gözümü bir türlü ayıramadığım için benimle övünürdün. Koca ayı, derdin, düşünür gibi bir halin var. Dikkat et midene dokunur sonra. Zarar yok; yaşasaydın da beni yerin dibine batırsaydın. Bin kere esir alsaydın beni,  Selim!’’ (Atay, 1996, 89-90)

Selim’in kendini öldürdüğü odaya girer. Bir sürü not bulur. Kendi içinde yine bir kararsızlığa düşer. Notları okumalı mıdır, yoksa okumamalı mı? İçindeki ses ona okuması gerektiğini söyler. Kısa bir hesaplaşmadan sonra okumaya karar verir.
''Tutunamayanlar’da sıkça kullanılan tekrarlar, Olric’in “efendim”leri, Turgut’un sıkça kullandığı “bat dünya bat” yine Turgut’un “o zamanlar henüz olric yoktu” (Atay, 1996, 25-26) leitmotivleridir.'' (Berna Moran)
Sonrasında Turgut Özben, Selim’in arkadaşlarından Süleyman Kargı’yı bulur.
‘’ ‘’Başka çare göremedi demek kendini anlatmak için.’’ dedi Süleyman Kargı. ‘’ İnanmıyorlar ki. Elle tutulur deliller istiyorlar. Yok canım, o kadar da değil, diyorlar her zaman. Ölmezsin diyorlar. Bu da geçer… Olaylar da haklı çıkarıyor onları çoğu zaman. Milyonda bir de olsa yanılma, ağır ve elim yanılma sessizce belirince… Milyonda bir için hayatı zehir etmeye değer mi? diyorlar onlar. Onlar, biz, hepimiz…’’ ‘’ (Atay, 1996, 111)
‘’ ‘’Selim gibilerine işte böyle yaparlar,’’ dedi. Birdenbire yüklenmezler üstüne. Önce bırakırlar istediği gibi düşünsün her şeyi. Dünyayı dilediği gibi anlamasına, yaşamasına, hissetmesine izin verirler. Hatta alkışlarlar, överler onu. Büsbütün çileden çıksın da geri dönemesin diye. Sonrasını biliyorsun işte.’’  (Atay, 1996, 112)

Süleyman ona Selim’in yazdığı 600 dizelik bir şiir verir. Şiire göre, “Selim Işık tek ve Türk. Ve duygulu amansız/sabırsız ve olumsuz, yaşantısında cansız” sanılan bir kişidir.
Kargı’nın evinden çıktıktan sonra Selim’in arkadaşlarından Metin’le görüşür. Metin kendisine şunları anlatır: Metin’in Zeliha adlı bir kızla ilişkisi vardır. Selim kızın ona uygun düşmediğini söyler. Fakat Metin kızı bırakınca, bu kez Selim ona tutulur. Metin bunun üzerine yeniden kıza yaklaşır. Kız ise bir süre sonra onlardan ayrılır, bir başkasıyla evlenir.
‘’ İşte böyleydik biz canım Selim! Şimdi ne durumlara düştük ikimiz de. Sen öldün; ben de koridorlarda, anlamsız bekleyişlerin içinde ölüyorum. Gerçekten öldün mü Selim? Bu yalnızlık dolu koca dünyada bütün tutunamayanları öksüz bırakıp gittin mi? Bat dünya bat! Talih! İki gözün kör olsun da piyango bileti sat! ‘’ (Atay, 297)

‘’Sonu gelmez şövalye romanları gibidir bu yaşantı: en zor anlarda daima açık bir kapı bulunur girip saklanacak. Ne gördün bütün kapıların birer birer kapandığı bu dünyada? Hangi kusurunu düzeltme fırsatı verdiler? Son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber verdiler mi sana? Birdenbire: ''Buraya kadar!'' dediler. Oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni seyrederdin. Üstelik, daha önce haber vermiştik, derler onlar. Her şeyin bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik. Yaşarken eskidiğini ve eskittiğini söylemiştik. Sevginin ölümünü her pazar çanlar çalarak ilan etmiştik. İşte onların kanunları böyle. Bizimkilere benzeyebilir mi hiç? Şehrin duvarlarına sırayla üç kere ilan asıyorlar: sevginize dikkat! Dördüncüde ilan ve sevgiyi kaldırıveriyorlar. Onlarla başa çıkılmaz Turgut. Ben çıkabildim mi? Bilincin uyarmasın seni. Dikkat et Turgutçuğum, bu güzel hayalleri, şekilleri kaybetmesin bilincin. Kurtar kendini onun baskısından. Rüyadan gerçeğe geçmenin acılarını yaşama. Ne olur Turgut uyanma sakın. Ne olur uyanma...ne olur...ne olur...silme...’’ (Atay,1996,321- 322)

Turgut, Günseli’ den ‘’Selim’in arkadaşıyım. Sizinle tanışmak  isterdim.’’ yazan küçük bir not alır. Bu sırada Selim’in lise yıllarında tanıştığı Esat’ı hatırlar.
‘’Turgut’un bilmediği bu arkadaşlar da Selim’e aynı şekilde davranırlardı. Selim, Esat’ın arkadaşlarını tanımaz; Esat Selim’in arkadaşlarını istese de tanıyamaz. Casus gibi, kimseyi kimseye tanıtmaz. Selim’e öyle gelirdi ki bir gün bu insanlar bir araya gelecekler; önce karşılıklı bakışıp susacaklar. Konuşacak söz bulamayacaklar. Sonra Selim’i suçlayacaklar ve dolayısıyla birbirlerini. Bu adamla nasıl arkadaşlık ettin? Bu adamla mı dostluk kurdun? Bahsetmediğin değerli arkadaşın bu muydu? Bu aptala gitmek için mi o gün bize gelmedin? Sonunda birbirlerini hoş görseler de beni affetmezler, derdi fakir Selim. Sonunda herkes beni suçlayacak bir sebep bulur. Ne istiyorlardı senden Selim? Belki de sen çok şey istiyordun onlardan. Verdiğinin hiç olmazsa küçük bir parçası kadar bir şeyler istiyordun. Sonunda kaçıyorlardı. Hayır sen kaçıyordun: insana ihtiyacın vardı. İnsan arıyordun canım kardeşim, bunda utanacak ne vardı?’’ (Atay, 1996, 345-346)
Esat da Selim için şunları söyler: Selim’i  lise öğrencisi iken tanır. İlginç, zeki, oyuncu bir çocuktur. Çok kitap okur. Oscar Wilde’ye hayrandır. Fakat Maksim Gorki’yi okuyunca onu sevmez olur. Esat’la oyunlar düzenler, birlikte eğlenirler. Turgut Esat’tan Selim hakkında bir çok şey öğrenir.
Turgut, Metin’i arar. Selim’in ölüm haberini verir. Metin ağlamaya başlar. Turgut ondan Selim’le yaşadıkları ne varsa anlatmasını, mektup göndermesini ister. ‘’Bu mektupta Selim’in bazı zaaflarının olduğunun açıklanması üzerine romanın tekrar ironik anlatım tutumuna döndüğü görülmektedir. (s. 420-445)Don Kişot’un hayali devlere saldırması gibi Turgut da hayali bir mahkemede Metin’i yargılar. Bütün “Disconnectus Erectus”lar gibi Turgut da bağışlayıcıdır; Metin’i cezalandırmaz.’’ (Apaydın)

Üçüncü Bölüm, Günseli’ nin Turgut’un ofisine gelmesiyle başlar. Günseli, Selim’in yaşadığı tek aşk ilişkisinin kahramanıdır. Turgut, diğerleri gibi Günseli’ yi de daha önce tanımamaktadır. Günseli, Selim’le ölümünden bir yıl önce karşılaştıklarını, aralarında bir ilişki başladığını; ancak Selim’in dingin bir ruh haline sahip olmadığını, ilişkilerinin de bu yüzden çalkantılı devam ettiğini, Selim’e hâlâ aşık olduğunu anlatır. 
‘’Günseli figürünün ortaya çıkmasıyla başlayan, ardından onun anlattıklarıyla devam eden bu bölümde komik kategorisi içinde değerlendirilebilecek söylemlere çok az başvurulmuştur. Çünkü Günseli, Selim’i, o büyük bir psikolojik bunalım içindeyken tanımış; hayatla ölüm arasında gidip geldiği günlere tanık olmuştur. Bu bakımdan ağırlıklı olarak lirik anlatım kullanılmıştır. Selim’in aşkının engellerle karşılaşmasının nedenini toplumsal yapıda bulur. Turgut’a göre de Türk toplumu sevgisizlikte, hoşgörüsüzlükte az gelişmiş toplumlar arasındadır.’’(Apaydın)

‘’Az gelişmiş aşklar ülkesi olarak dünya milletleri arasında ön sıraları işgal ediyoruz. Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre ancak Nijerya ve Gana bizden daha az gelişmiş. Âşık olma oranı yüz binde kırk iki. Beş yıllık plan yüzde yüz gerçekleştiği takdirde bu oran bin dokuz yüz seksende yüz binde seksen altı olacak. Gene yeterli değil…’’ (Atay, 1996, 458)

Günseli, Selim’e bir toplu gezintide rastlamıştır. Sıkıntılı ve asık suratlıdır. Onu avutmaya çalışır. Fakat Selim’in soru yağmuruna tutulur. O gün anlaşamazlar. Aradan bir ay geçer. Selim onu telefonla arar, buluşurlar. İlişkileri gitgide ilerler. Ne var ki, Selim evlenmeye yanaşmaz. Çok kuşkuludur, geleceğe güveni yoktur, inançsızdır, aile düzeninden de hoşlanmaz.  
"Bütün suç, savaş yıllarında yediğimiz kara ekmeğin. Bizi iyi beslemediler. Sonra da yağlı yemekler verdiler. Beynim yağ bağlamış olacak. Büyük ve güzel şeylerin dışarı çıkmasına izin vermiyor. Korkuyoruz. Düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. İnsan olmaktan korkuyoruz. İnsana benzetirsek, onlara acımaktan korkuyoruz. İşin içine bir kere acıma girerse, ondan bir daha kurtulamamaktan korkuyoruz.’’ (Atay, 1996, 453)

‘’Romanın en ilgi çekici kısımlarından biri, Günseli tarafından anlatılan, Selim’e ait kısımları da bulunan ve Turgut tarafından okura sunulup eklemeler yapılan noktalama işareti kullanılmadan kurgulanmış 15. epizottur.(s.468-545) Günseli burada Selim’le yaşadıklarını, daha doğrusu, Selim’in neden topluma yabancılaştığını, insanlardan kaçtığını, Selim’in girdiği her toplulukta nasıl aldatılıp kullanıldığını, aşkı nasıl çocukça büyük bir coşkuyla yaşadığını anlatır. Günseli’ nin anlattıkları Selim bulmacasının ölümden önceki son parçalarını bir araya getirmektedir. Bu yüzden Günseli’ nin konuştuğu sayfalarda hiciv veya mizah yoktur. O lirik bir dil kullanır. Okurun Günseli ile özdeşleşmesini engellemek üzere Turgut’un meddah tavrıyla araya girip mizahi bir dille bir başka “hikâye” anlatmaya başlaması, yabancılaştırma efektidir ve roman tekniği bakımından modernist roman özelliklerinin de aşıldığını göstermektedir.’’ (Apaydın) 

Çevreyle uyuşamaz. Sanki bir kafese kapatılmıştır. Hastalanır. Kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadığını düşünür. Günseli’ nin  Selim’i anlatmasıyla Selim karakteri tamamen aydınlanır.
Turgut, Günseli’ nin metnine Türkiye’deki akademik çevreyi hicveden bir metin eklemiştir. Aslında Oğuz Atay’ın kendi akademik hayatındaki gözlemlerine dayandığı düşünülebilecek bu eklentide Türk bilim adamlarının batı hayranı oldukları, batıya bilim öğrenmek üzere gönderilen kişilerin orada eğlenceyle vakit geçirdikleri, kısaca aydınlanamadıkları için aydınlatamadıkları, kıskanç ve sığ oldukları ileri sürülmüştür. Günseli, Turgut’un eklediği metinden sonra, Selim’in ölümünden önce yaşadığı buhranlı günleri anlatır ve ölmeden önce gönderdiği mektubu verir. Noktalama kullanılmadan yazılan bu epizot, Selim’in veda mektubuyla biter. Mektupta Selim, kendisini intihar etmeye sürükleyen koşulları yeterince aydınlığa kavuşturmaz. Bu sayfalarda ironi yoktur; tam tersine romanda lirik anlatımın en yoğun olduğu yer burasıdır. Günseli’nin anlattıkları ve Selim’in kendisinden son derece olumlu söz edilen mektubu, Turgut’un kararını kesinleştirmesine yol açar. Olric’le birlikte küçük burjuva yaşantısından kaçmaya karar verir.

‘’Artık yaşamak istemiyorum Olric. Onların istediği gibi yaşamak istemiyorum. Başım dönüyor Olric. Sabahtan beri hiçbir şey yemediniz efendimiz. Şimdi de içiyorsunuz. Onlar da içiyorlar Olric. Karşılarında oturan kızlara bir şeyler anlatıyorlar. Ben anlatmak, falan filan demek istemiyorum. Sonum geldi Olric. Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler, efendimiz. Allah’tan ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. Dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişçesine ve kendinibeğenmişçesinesankibizdenöncebirşeysöylenmemişçesinegillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz. Dilenciler krallığının en küstah soylusu olarak kişiliğimizi burnunuza dayıyoruz. Dinden imandan çıktık. Deli dervişler gibi saldırıyoruz. Açın kapıyı! Biz geldik! Korkudan dudağınız uçuklamasın. Öyle öfkesi yarıda geçen İngiliz kızgın atları genç adamları gibi müzikli güldürüler peşinde değiliz. Sizi ağlatmaya ve burnunuzdan getirmeye geldik. Size dünyanın dörtten fazla bucağı olduğunu göstermeye geldik. Bitmez tükenmez sızlanmalarımızla ananızı ağlatmaya niyetliyiz. (…)’’ (Atay, 1996, 541-542-543)

Turgut, Dördüncü Bölümde evinden, işinden, kendisini tutunanların dünyasına bağlayan her şeyden kaçarak kaybolur. Yanına Olric dışında, ki o da Turgut’un alt benidir, geçmişinden hiçbir şey almaz. Bankadaki bütün parasını çeker. Yolda kasabanın birinde rastladığı kitapçıdan aldığı kitaplar da, çıktığı yolculuğun niteliği hakkında fikir sahibi olmamızı sağlar. Turgut, kitapçıdan Oblomov’u, Don Kişot’u, Kafka’nın, Dostoyevski’nin romanlarını alır. Bu kitapların hepsinin aklın macerasını, bireyleşmeye ket vuran olguları sorguluyor oluşları, Turgut’un kaçışının ne anlama geldiğini göstermektedir.
 Anlatıcı Selim’e geçer. Selim günlük tutmaktadır. Öncelikle arkadaşlarından, Günseli’den, ailesinden, lise yıllarından, ortaokul yıllarından, düzenledikleri tiyatrolardan, çocukluğundan bahseder. Bir ara annesini kendisini doğurduğundan ötürü suçlar. Babasının ve annesinin farklı yapılara sahip olduğunu düşünür. Kendisinin de bu yüzden böyle olduğunu düşünür. İncil’i, Zen Budizm’ini okur. İsa-Mesih’ten bahseder.
‘’Selim’den arta kalan metinler içinde Şarkılar’dan sonra en önemlisi, kuşkusuz, Turgut’un ele geçirdiği “günlük”tür. Günlük, Selim’in paranoya belirtileri gösterdiği, kendinde hiçbir doktorun keşfedemediği bir hastalık olduğu vehmine kapıldığı hayatının son zamanlarını açığa çıkarmaktadır. (s.599 vd.) Selim, günlükte, “sense of humour”u kaybetmek istemediğinden söz etse de, çoğunlukla bunu başaramamıştır. Günlük, psikolojik dengesini kaybetmek üzere olan Selim’in dünyasını daha çok Kafkaesk bir açıdan yansıtmaktadır. Okur, söz konusu metnin, özellikle son sayfalarında, Selim’i hayata bağlayan hiçbir şey kalmadığını fark eder.’’ (Apaydın)

Selim, son günlerinde “Tutunamayanlar” üstüne bir ansiklopedi hazırlamaya girişir. Tutunamayanlar Ansiklopedisi’ne alınan kişilerin ortak özellikleri vardır. Bunlar, silik, toplum dışına itilmiş kişilerdir. Hiçbiri toplumda saygı uyandıracak bir işe, bir kişiliğe sahip değildir. Kimseyle uzun süreli ve sağlıklı bir ilişkileri olmaz. Süleyman Kargı dışında, toplumda hiçbir iz bırakmadan ölürler veya ortadan kaybolurlar. Orada kendisine de bir madde ayırır. Bu maddede belirttiğine göre, Selim bir kasabada doğmuştur. Babası bir memurdur. Küçükken ağır bir hastalık geçirir. Altı yaşında ailesiyle büyük bir şehre göçer. Sabri adlı bir çocukla arkadaş olur. Okula gider. Uzun boylu olduğundan arka sıraya oturtulur. Sınıfta çok konuşur. Ortaokuldayken Pitigrilli’yi okur. Sonra kızlarla dolaşmaya başlar. O sırada Dünya Savaşı patlar. Askerliğini yaparken Kargı ile tanışır. Askerlik bitince açıkta kalır. Kimse ona sahip çıkmaz. Kendi kabuğuna çekilir.
Günseli’ ye bir günlükleri gönderir ve ardından intihar eder.

‘’Bütün tanıklar dinlendi.
Savunmalar alındı.
Gereği düşünüldü.
Hiçbir etki altında kalmadan bağımsız olarak karar verildi.
Adam kapıyı açtı, içeri girdi ve tabancasını çıkararak ateş etti...’’

Metnin dağıtılmış bir “yap-boz” un parça parça bir araya getirilip tamamlanmasına benzeyen bir kurgu mantığının olduğu söylenebilir. Tutunamayanlar’daki hiciv ve mizah motiflerinin çeşitliliği şaşırtıcıdır. İlk bakışta hepsi bir araya tıkıştırılmış gibi görünen bu motiflerin aslında baştan beri gösterilmeğe çalışıldığı gibi, romanın kurgusuyla sıkı bir ilişkisi vardır. Romanda hiciv ve mizah motifleri, kaygan bir zemine oturtulmuş da sayılmazlar. Her motif, önünde sonunda Selim’in veya genel anlamda söylenirse, Türk aydınının topluma tutunamayışının sebeplerini açığa çıkarmaktadır. Oğuz Atay’ın ironisi Tutunamayanlar’da Türk aydınının varoluş sorunlarını açığa çıkarmak için kullanılmıştır. Tutunamayanlar’da hiciv, Selim ve Turgut figürlerinden yola çıkılarak Türk aydınının kendisini gerçekleştirmesini engelleyen, bireyleşmesine ket vuran olgulara yöneltilmiştir. Metnin kayganmış gibi görünen komiğe ait zemininin ana dayanak noktası sanırım budur. Romanda hicvin teşhir ettiği, hesaplaşmaya çalıştığı unsurlar, toplumsal ve siyasal yapılarla ilgilidir.
Sonuç olarak Tutunamayanlar, Türk romanında modernist ve hatta postmodernist roman tekniklerinin ilk kez uygulandığı bir roman olmasının yanında, içerdiği komik öğelerinin zenginliği, Türk aydınının varoluş sorunlarına getirdiği benzersiz ironi ile de ihmal edilmemesi gereken bir romandır.