Martı Jonathan Livingston’un en büyük tutkusu özgürce
uçmaktır. Annesi, babası ve içinde yaşadığı sürü ona herkes gibi balıkçı
teknelerinin peşinde uçarak karnını doyurması
ve bu uçma tutkusundan vazgeçmesi
gerektiğini söyler. Kuş sürüsü her gün balıkçı teknelerinin arkasından uçar ve
balık kafası ve ekmek yiyebilmek için birbiriyle yarışır, kavga ederler. Rutin
bir hayatları vardır. Tek amaçları karınlarını doyurmaktır. Martı Jonathan
sürüye uymayı denese de bu işi yürütemez.
Onlara katılmayı reddeder, özgürce ve hızlı uçabilmek için defalarca
denemeler yapar. Her seferince başarısız olur. Her seferinde başarısız olmasına
rağmen tekrar dener, vazgeçmez. Bir gün yine hızlı uçabilme denemesi yaparken
bir şeyler yanlış gider ve denize çakılır. Umudunu kaybetmiştir. ‘’Uçmak benim
neyime, herkes gibi ben de balıkçı teknelerinin arkasından uçmalı ve balık
kafası yiyebilmek için onlarla yarışmalıyım.’’ Der. Bu düşüncelerle kıyıya
doğru uçarken ‘’Martılar geceleri uçmaz.’’ ‘’Sen bir martısın, bırak alçaktan
uçmayı pelikanlar, albatroslar yapsın.’’ Gibi annesinin ve babasının sözleri
kafasında yankılanır. Kendi doğasıyla sınırlanmış olduğunu, sürüye uyması
gereken zavallı bir martı olduğunu düşünür. Sıradan bir martı olmaya ant içer.
Sonra garip bir ses duyar. Ve aptallık ettiğini düşünüp hızlı uçmanın yolunu bulur.
Dönmenin nasıl yapılacağını bilmediği için Kahvaltı Sürüsü’nün içine dalar. O
müthiş bir hız yaptığını herkesin onu öveceğini düşünürken bu olay, sürüden
atılmasının sebebi olur. Derdi yalnızlık değildir. Diğer martıların uçmanın
özgürlüğünü reddetmiş olmalarıdır. ‘’Onlar gözünü açıp bakmaktan
kaçınmışlardı.’’ Der. Artık yalnız başına uçmaya başlar, sürekli denemeler
yapar. İç denetimi yoluyla sis
tabakalarını yarıp, gökyüzüne ulaşır. Bir gün iki parlak kanatlı martı gelip
onu Cennet’e götürürler. Burası onun için müthiş bir yerdir. Çünkü burada
herkes özgür ve öğrenmeye açıktır. Sullivan en yakın arkadaşıdır onunla
birlikte ters takla ve dış taklayı öğrenir. Yaşlı bilge Chiang ile tanışır. O
bütün martılardan daha hızlı uçmaktadır. Chiang’a ‘’Burası cennet diye bir yer
yok mu?’’ der. Chiang ise Jonathan’a ‘’ Hayır Jonathan, öyle bir yer yok.
Cennet ne bir zamandır ne de bir mekan. Cennet yetkinliğin, öğrenmenin,
mükemmelliğin ta kendisidir.’’ Der. Jonathan artık Chiang’ın öğrencisidir.
‘’İşin sırrı inanmaktır, uçuşu
anlamaktır.’’ Der Chiang. Jonathan müthiş biz hızla uçmayı öğrenir.
Diğer martılardan çok farklıdır çünkü o öğrenmekten korkmaz, bundan keyif alır.
Chiang bir gün veda eder ve ortadan kaybolur. Jonathan’a ‘’Sevgi üzerinde
çalışmayı sürdür.’’ Der. Jonathan iyilik derslerinde derinleşir, sevginin
doğasını anlar. Eski sürüsüne dönmeyi orada mutlaka dışlanmış birinin olduğunu,
ona yardım etmesi gerektiğini düşünür. Fakat Sullivan ona engel olur. Cennette
yeni kuşlara uçmayı öğretir. En sonunda dayanamaz ve Sullivan ile vedalaşarak
yeryüzüne geri döner. Fletcher ile karşılaşır. O da sürüden dışlanmış bir
martıdır. Ona uçmayı öğretir. Üçüncü ayın sonunda altı öğrencisi olur. Onları
eğittikten sonra sürüye dönmeye karar verir Jonathan. Müthiş bir gösteriyle
sürünün arasına inerler. Başkan onlarla konuşanın da dışlanacağını söyler.
Hatta onlara bakmak bile yeterlidir dışlanmak için. Derken bir sürü martı
dışlanır ve Jonathan’a katılır. Bir gün martı Fletcher akrobasi uçuşunu
yaparken önüne çıkan yavruya çarpmamak için yönünü değiştirir ve kayaya çarpar.
Jonathan Fletcher ile konuşur ve Fletcher gözlerini açar. Etraftakiler
Jonathan’nın şeytan olduğunu düşünür. Martılar saldırmaya hazırlanırken anında
oradan uzaklaşırlar. Fletcher , Jonathan’ın kendisini linç etmek isteyen
martıları nasıl bu kadar sevdiğini sorar. O da içlerindeki kin ve kötülük
yerine iyi yanı görebildiğini söyler. Böylelikle sevginin tadına baktıkça bu
işten vazgeçemediğini söyler. Fletcher’e gerçek sınırsız Martı Fletcher’a her
gün daha fazla yaklaşmasını, asıl eğitmenin kendisi olduğunu söyler ve uçmaya
başlar. Fletcher’e ‘’Benden bir tanrı yaratmalarına izin verme, sadece bir
martıyım ve uçmayı çok seviyorum der, gözden kaybolur. Olaylar Fleitcher ve
öğrencileri arasında devam eder. Burada bu hikayeyi eğitim açısından
değerlendirecek olursak, bu sistemi geleneksel ve modern eğitim sistemiyle
bağdaştırdım. Bir film vardı, çok kısa bir sahnesini anlatıyım. Adam mahkemeye
çeşitli resimler getirmişti. İlki çok eski bir telefon, sonraki akıllı bir
telefon resmi. Arabalar, kıyafetler örneği vardı bir sürü. Eskisi ve yenisi. Fakat
eğitim örneğini gösterdiğinde öğrenciler sırada oturmuş parmak kaldırıyorlar,
öğretmen ise tahtada. Diğer resimde de aynı. Sadece birinci resim siyah beyaz,
ikinci resim renkli. Bu fotoğrafı çeken fotoğraf makinesi bile geliştirilmişti.
Fakat eğitim sistemi yıllardır yerinde sayıyordu. İşte böyle. Eğitim sistemimiz
kağıt üzerinde değiştiği halde bazı gelenekçi öğretmenlerimiz-hatta çoğu-
sistemini değiştirmemiş ve kendi, tek ve biricik düşüncesi etrafında herkesi
düşüncesine göre yetiştirmeye çalışıyordu. Hikayeyi düşündüğümde Jonathan’ı
hayal kurmayı ve bunları gerçekleştirmeyi seven bir öğrenci olarak düşündüm.
Maalesef böyle insanları toplum olarak da eğitim sistemi olarak da dışlamakta,
baskılamakta ve ‘’Sürüden ayrılanı kurt
kapar.’’ Düşüncesiyle yok etmekteyiz. Oysa ki hepimiz küçükken astronot olmayı
isterdik. Neden olamadık sizce? ‘’İmkansız!’’ demediler mi her birimize?
‘’Öğretmen, doktor, mühendis ol.’’ Dediler, kimse ‘’Astronot ol.’’ Demedi
maalesef. Şartları ve sınırlarını zorlayan, başarmak için didinen ve
vazgeçmeyen insanlar istediklerine ulaştılar. Bizse genel olarak hayallerimizde
‘’sınıfta kaldık.’’ Sistemimizdeki en dayanılmaz şey ise öğrencilere öğrenmenin
ne kadar kutsal bir şey olduğunu anlatamamamızdır. PİSA sonuçlarında neden bu
kadar geriledik? Kendi dilini anlamaz olduk. Bir öğretmenimin dediği gibi "Arapça
okuyabilmek ile İngilizce konuşabilmek seçeneklerine indirgenmiş bir eğitim
sisteminde Türkçe düşünebilmeyi, hayal edebilmeyi var etmeye çalışıyoruz."
Öğrenciler öğrenmeyi, yeni bilgiler keşfetmeyi bir külfet olarak görüyorlar.
Çünkü ‘’Dünyayı sen mi kurtaracaksın?!’’ mantığıyla yaklaşıyoruz her birine.
Sistem de bunu dayatıyor. İnsan durduğu yerde başarılı olamaz. Başarılı olmak
için bir hedefi olmalı, ona inanmalı, o hedefe ulaşmak için yılmadan
çalışmalıdır. Öğrencilerimize dil bilgisi, ısı ve sıcaklık kurallarından önce
insan olmayı, ikinci olarak da öğrenmenin, yeni şeyler keşfetmenin ve başarıya
ulaşmanın ne kadar haz verici bir duygu olduğunu anlatmamız gerekiyor. Zaten
bunu anlatmayı başarabilirsek, her şey kendiliğinden gelir ve başarıyı
yakalamışız demektir.
Aslında sınırlarımız yok, istediğimiz her şeyi odaklanarak
çaba sarf ettiğimizde elde edebiliriz. Yeter ki başkalarının olumsuz
ifadelerine kulak asmayalım, sınırlarımızın dışına çıkmaktan korkmayalım. Duygu
ve düşüncelerini çekinmeden ifade edebilen, hayalleri ve hedefleri olan öğrenciler
yetiştirelim. Onlara rehberlik edelim, yol gösterelim. Her zaman öğrenmeye açık
olalım, 70 yaşında bile. Özgürlüğümüze ve hayallerimize ulaşalım ve dolayısıyla
mutlu olalım. ''Bir dalış tüpü veya bir paraşüt icat etmemize gerek yok. Zaten
bizim için yapmışlar. Bizim yapmamız gereken tek şey bir hafta sonu dalıp,
deniz altını keşfetmek, bir hafta sonu paraşütle atlayıp, martı Jonathan'ın
neler hissettiğini düşünmek.''
Dediği gibi Küçük Prens’in dediği gibi ‘’Gözler asıl görmesi
gerekeni göremez.’’, yüreğimizle arayalım. Ve Chiang’ın dediği gibi
‘’Görünenlerin hepsi sınırlıdır. Anlayarak bakmaya, bildiklerinin ötesine
geçmeye çalış. O zaman uçmanın anlamını daha iyi öğreneceksin.’’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder